İlk İnsan İlk Tövbe
Yaratılışın ve yaratılmışların özünü bağrında saklayan toprak… O sarıp sarmalayan, örten, koruyan, olgunlaştıran ve yeniden hayat veren… Her canlının nüvesi, gıdası ve ikametidir toprak… Tevazuuyla yayılır, cümle mahlukata sığınak, barınak olur ve sonra en mükerrem varlığa Âdem’e şekil verilen toprak olur. Yüce Yaratıcı’nın şaheseri olan insanı topraktan yarattığına şaşmamak gerek. Cömert, mümbit, verimli, almadan veren, fedakâr ve itaatkâr toprak…
Melekler Âdem’in yaratılacağı toprağı suyla karıp salsal denilen çamuru yaptıklarında yaratılmışların en mükemmeli olan insanın bu çamurdan yaratılacağını daha bilmiyorlardı. Ne zaman ki Yüce Yaratıcı ona şekil verip ruhundan üfleyince kâinatın hülasası ve âlemin göz bebeği insan vücut buldu. Yüce Allah, en güzel surette yarattığı Âdem’i meleklere arz ederek ona tazimde bulunmalarını istedi. İtaat ve teslimiyetle temayüz eden melekler itirazda bulundu, çamurdan yaratılan bu yeni varlığa ihtiram göstermekten imtina ederek. Onlara bilmedikleri çok şey olduğunu hatırlatınca Rahman, Âdem’in üstünlüğünü kabul ederek itaat ettiler. Ama içlerinden İblis bunu kabul etmek istemedi. Onun iddiası ateşten yaratıldığı için topraktan yaratılan Âdem’den üstün olduğuydu. Bu iddiasında diretti, yanlış yaptığını kabul edip nedamet duymadı. İsyanı ve kibri sebebiyle Yüce Allah, onu huzurundan ve rahmetinden kovdu.
İlk günah haset ve çekememezlik yüzünden işlenmişti. Yüce Yaratıcı’ya karşı gelmiş, isyan etmişti İblis. İşin daha vahimi bu günahı işleyen İblis, pişmanlık duyarak Yüce Allah’a yönelmemiş ve tövbe etmek de istememişti. Hatta daha ileri giderek Hak Teala’dan Âdem’i ve soyundan gelenleri de kendi isyan ve günahına ortak etmek için mühlet ve izin istemişti. Ona izin verildi ve âdemoğullarının şeytanla olan çekişme ve mücadelesi de böylece başlamış oldu.
Âdem ve eşi Havva’ya yerleştikleri cennette her istediklerini yapma imkânı verdi Cenab-ı Hak. Ancak bir ağaç vardı ki ona yaklaşmalarını yasakladı. İnsan olmanın, meleklerden farklı olarak bir iradeye sahip olmanın sırrı da bu yasakta gizliydi. O ağaç Âdem ve Havva’nın bilgisi, iradesi ve aklı demekti. O ağaç Yaratıcı’ya duyulan teslimiyet ve bağlılık demekti. O ağaç, Âdem ve Havva’nın şahsında tecelli edecek ve tüm âdemoğulları için kıyamete kadar sürecek sınanma demekti.
Âdem ve Havva Rabblerine olan iman ve teslimiyetleriyle cennet günlerini geçirirken ezeli düşmanları olan İblis de onları ayartmanın hesaplarını yapıyordu. İlahî huzurdan kovulmasına sebep olan Âdem’i yoldan çıkararak öç alacak ve böylelikle onu da gözden düşürecekti. Âdemoğlunun en zayıf tarafından yaklaştı zira biliyordu ki ebedî olarak yaşama arzusu her yaratılmışın emeliydi.
Onlara şöyle fısıldadı: “Ey Âdem! Sana ebedîlik ağacını ve yok olmayacak bir hükümranlığı göstereyim mi?” (Tâhâ 20/120.)
İblis, Yüce Yaratıcı’nın onların melek olarak ebedî yaşamlarını istemediği için bu ağacı yasakladığına ve kendilerine dost olduğunu dair yeminler etti. Cennette sonsuz yaşama vaadi onlara cazip gelmiş ve gerisini düşünmeden İblis’in tuzağına kapılıvermişlerdi.
Ezeli düşmanları İblis’in sözlerine inanan Âdem ve Havva yasak ağacın meyvesinden yeme gafletinde bulundular. Bunun Hak Teala’nın emrine karşı gelmek olduğunu ve kendilerinin cennetten sürülmelerine sebep olacağını düşünemediler. Şeytanın sözleri tatlı, vaatleri akıl çeldiriciydi ve bir anlık dalgınlık ve hevesle olanlar oldu. Belki sonsuz kalacak, zahmetsiz yaşayacaklardı cennet yurdunda. Belki de murad-ı ilahî onlara bu yolu açmış ve âdemoğullarının hayır ve şerden hangisini seçeceklerini, şeytanla nasıl muharebe edeceklerini böylelikle herkes görecekti. İsyanı ve pervasızlığı ile şeytan, insan üzerinde ne kadar hüküm sürebilecekti ve insan sahip olduğu akıl ve iradeyle emanet ve hilafet sorumluluğunu layıkıyla taşıyabilecek miydi? Hata ile malul yaratılan insan hatasından nasıl dönecek ve nasıl tövbe edecekti?
Âdem bu ilk sınamasında gafil avlanmıştı: “Nihayet ikisi de o ağaçtan yediler. Bunun üzerine mahrem yerleri kendilerine göründü, üstlerini cennet yaprağıyla örtmeye çalıştılar. Böylece Âdem rabbine karşı gelmiş ve yolunu şaşırmıştı.” (Taha, 20/121.)
İnsanın ilk günahı işlemesi ile ayıp yerlerine muttali olması arasındaki bağlantı da çok manidar. Zira kötülük ortaya çıktığında ardı sıra diğerleri de belirir, günahın sebep olduğu kötülük ayan beyan ortadadır artık. Peki, insan nasıl mücadele edecek bu günah ve kötülükle?
Âdem ve Havva için işledikleri hatanın bedeli ne kadar da acı ve zor oldu! Cennet ehlinin ihtiramına mazhar ve oradaki her şey emirlerine amade iken Cenab-ı Hakk’ın cezalandırmasına maruz kaldılar:
“Derken şeytan ayaklarını oradan kaydırdı. İçinde bulundukları konumdan çıkardı. Bunun üzerine biz de, ‘Birbirinize düşman olarak inin. Sizin için yeryüzünde belli bir süre barınak ve yararlanma vardır.’ dedik.” (Bakara, 2/36.)
Ve yeryüzünde sürgün günleri başladı âdemoğlunun. Âdem Hindistan taraflarına, Havva ise Cidde’ye indirildi. Ancak onlar için asıl yürek yakan husus ayrı kalmak değil emr-i ilahîye muhalif olmanın verdiği ıstıraptı. Dahası kendilerine açıkça düşman olan İblis’in ayartmasına kanmalarıydı. Hâlbuki Rabbleri onları uyarmıştı:
“Ey Âdem! Bu (şeytan), sana ve eşine düşmandır. Sakın ola sizi cennetten çıkarmasın! Sonra yorulur, sıkıntı çekersiniz. Şimdi burada senin için ne acıkmak vardır ne de çıplak kalmak. Yine burada sen susuzluk çekmeyecek, sıcaktan bunalmayacaksın.” (Taha, 20/117-119.)
Mahzun ve kederli bir hâlde yine toprağa döndü Âdem. Günlerce baş koyup gözyaşı akıttığı toprak ona yoldaş oldu. Benliğini kuşatan hatanın ağırlığı altında her gün biraz daha eziliyor ve toprağa daha da yaklaşıyordu. Özünden yaratıldığı toprakta teselli aradı Âdem. Zira insan hata işleyince ne yapar, nasıl affedilir bilmiyordu. O ilkti ve bilip öğreneceği, yaşayıp göreceği çok şey vardı. Yeryüzüne indirilirken şöyle demişti Rabb’i onlara:
“Artık benden size bir hidayet geldiği zaman, kim benin hidayetime uyarsa işte, sapıklığa düşmez ve ahirette ceza görmez.” (Taha, 20/123.)
Âdem için teselli bu ilahî buyrukta saklıydı. Kendilerini yaratıp nimetlere gark eden Rabb’i elbette onları bu sıkıntı ve ıstıraptan kurtaracak bir yol gösterecek, yalnız ve çaresiz bırakmayacaktı.
Âdem nedamet gözyaşları içinde günahına yanarken bir yandan da can yoldaşını, eşini aradı durdu. Nihayet Arafat’ta ona kavuştu. Onlar, ilk günahı işleyen şeytan gibi gurur ve kibirlerine yenik düşmediler. Hatalarının farkına varıp pişmanlık duydular, keder ve kahır içinde gözyaşı döktüler. Bağışlanmak için samimiyetle Rabblerine yalvardılar:
“Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz, bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.” (Araf, 7/23.)
Uçsuz bucaksız yeryüzünde Rabbleri onları üzüntü ve pişmanlıklarıyla baş başa bırakmayacaktı. Onları bu kopkoyu hüznün koynundan çıkaracağına inanarak yalvarmaya devam ettiler. Onların içten duaları rahmet-i ilahîyi celbetti ve sonra Âdem Rabb’inden öğrendiği sözlerle tövbe etti, Rabb’i de onun tövbesini kabul etti. Çünkü O, tövbeleri çok kabul eden ve çok merhamet edendi. (Bakara, 2/37.) Hayat imtihanında doğruyu ve yanlışı seçebilme iradesi verdiği insanoğluna, yanlışlarını telafi edebilme imkânı da verdi Yaradan. O zaman anlaşıldı ki kemale giden yol, yolun dikenlerine tahammül etmekte gizliydi. Tövbe de bu yolun basamaklarından biriydi. Hiç bıkmadan, usanmadan, rahmetinden ümit kesmeden durdu kapısında ve nihayetinde rahmet kapıları açıldı tüm âdemoğullarına:
“Kim bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de sonra Allah’ın kendisini bağışlamasını dilerse Allah’ı çok bağışlayıcı ve merhametli bulur.” (Nisa, 4/110.)
Allah’tan başka günahları kim affedebilir ki? (Âl-i İmran, 3/135.)
Âdemoğlunun toprakla başlayan yeryüzü serüveni yine toprakla nihayete erecek. Tekrar toprağa karışmadan hatadan, günahtan, yanlıştan dönmek ve nedametle tövbe ipine sarılmaktır insana düşen. Babamız Âdem’in günahı değil tövbesidir bize miras kalan.
“Her insan birçok hata yapabilir. Fakat hata yapanların en hayırlısı çokça tövbe edenlerdir.” (İbn-i Mâce, Zühd, 30.)
Hayat yolunda ne sıkıntılar, ne zorluklarla karşılaşır insan. Bazen ayağı sürçüp düşse de tekrar kalkıp tövbe ederek yola koyulmalı Âdem misali. Kul olduğunu, aciz olduğunu, hatayla malul olduğunu hatırdan çıkarmadan… Yaratıldığı toprak gibi tevazu ile Rabb’in huzuruna varıp acziyet ve mahfiyetle boyun eğmek… Sadece O’na yönelmek, pişmanlığını dile dökmek, nedamet gözyaşlarıyla af dilemek… Sonra filiz verip topraktan yeniden doğmak…
Tövbe edenin hiç günah işlememiş gibi arınıp temizlendiği hakikati ayan beyan iken vakit kaybetmeden affın yegâne sahibine el açmak, tövbe ve duaya durma vaktidir:
“Allah’ım, sen benim Rabb’imsin, senden başka ilah yoktur. Beni sen yarattın, Ben, senin kulunum, gücüm yettiğince senin ahdin ve vaadin üzereyim; işlediklerimin şerrinden sana sığınır, üzerimdeki nimetlerini sana ikrar eder, günahımı da itiraf ederim, bundan ötürü beni mağfiret eyle. Senden gayrı kimsecikler günahları bağışlayamaz.” (Buharî, Deavat, 27.)
Yazan Dr. Lamia Levent Abul | DİB Diyanet İşleri Uzmanı